Neler yeni

Yeni mesajlar Yeni konular En çok mesaj En çok tepki En çok görüntülenen

Tarihten Hikayeler

shedesign

👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
19 Mar 2008
Mesajlar
2,233
Tepkime puanı
104
Web sitesi
www.asigazetesi.com
Atatürk'ün cevap veremediği tek insan..


Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:

-Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini "İstiklal" diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.

Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor'un...
-Ya şu koca bina?
-Yargo'nun...
-Ya şu?
-Salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları'nda, Balkanlar'da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu anısını naklederken:
-Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu....


'BEDELİ ÇANAKKALE'DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR'

Ziyad Ebuzziyâ
Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer, 'zâbit namzeti' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi.

Muzaffer, Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz-Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisan'ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar 'hiç' mesâbesindeydi. Çanakkale'deki birliklerin büyük bir kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar.

Muzaffer, birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne âdetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. her şey itimatla yürütülürdü. Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karagâh, gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine i'tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti'ne hitâben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllar İstanbul'da otomobil ve kamyon, nâdir rastlanan vâsıtalardı. Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.

Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy'de bir Yahûdi'de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama, yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciyine havâle ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)'ın huzurundaydı. Kaymakam, uzatılan kezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan
'Ne alınacak?' dedi.
'Oto ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:
'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, insanı günaha sokma... Para mara yok!' dedi.

Muzaffer selâmı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezâreti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar'ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi, bulur alır diye vazifelendirilmişti.

Malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lâzımdı.

Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı'na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi'ye gitti:
'Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale'ye kalkıyor, yetişmem lâzım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin...'
Tüccar
'Peki' dedi.
Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:
'Altın para vermiyorlar, kâğıt para verecekler.'
Yahûdi yine
'Peki' dedi.
Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı'ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Taccar, malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. araba dörtnal Sirkeci'ye yollandı. Malzeme şat'a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahûdi, elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte idi.

Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

'Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.' Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır. 'Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır.'

Onun burada altın dediği, Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi...

Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul'a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.

Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu'ndakiEmniyet Müzesi'ne hediye etti.

Şehid Mehmet Muzaffer'in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rûmi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehid Muzaffer'in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer'in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.

Çeşitli imkânlara sahip teksir ve totokopi makinelenin henüz îcad edilmediği yıllarda, bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarlı bir taklidi yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak, fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir san'at şaheseri olarak değerlendirilmelidir.

Hz. Allah, bütün şehidlerimizden de, vatan için her şeyi göze alabilen bu san'atkârın, bu mübârek şehidin rûhundan da, o ganî rahmetini eksik etmesin. (Âmin)

Alıntı:
Fazilet Takvimi 1997



ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ


Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.


Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.


Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:


Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..


-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm...."


İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:


"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. '
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.


Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.


Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..


Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.."


Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım... "


Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..."




Çanakkale’de Ne İşi Varmış?


Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir.
Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir.
Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ataşesi olan
binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz.
Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam
etmektedir.
Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:
-Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana
Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
-Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış?

Bir Çanakkale Sargı yeri hikayesi

Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...
Bunlardan biri Lapseki’in Beybaş Köyü’dendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
-Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın...
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:
-Ben... Ben köylüm Lapsekili İbrahim onbaşından 1 Mecit borç aldıydım... Kendisini
göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.
-Sen merak etme evladım, der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde:
-Söyleyin hakkını helal etsin, olur...
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getirilir. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşer. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılır.
İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz:
-Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil'e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.

Fatih ve Hoşoğlan

Fatih Sultan Mehmet'in orduları Trabzon önlerine gelmişti. Pontus Kralı Davit, Fatih'e karşı Trabzon'u kurtarmalıydı. Düşündü, taşındı, kararını verdi. Fatih'e bir heyet gönderdi, şu teklifi yaptı:
- Şehrin dışında ve sahilde Ayasofya kilisesi ile kule arasında kalan bir zincir var. Bu zincir, kırk defa atılacak top güllesi ile koparılırsa, şehri teslim edeceğim. Yok eğer koparılamazsa, Fatih ordularını geri çeksin.
Heyet başkanı bunları söyledikten sonra şu sözleri de ilave etti:
- Devletlu sultan, topçularına her zaman güvendiğini ifade eder, bu teklifimizi elbette kabul edecektir.
Fatih Sultan Mehmet, kendisinin ve ordusunun gururuna hitap eden bu teklifi kabul etti. Haber Trabzon - Pontus Kralına ulaştırıldığı zaman, Davit :
- Kurtulduk. Gözle dahi görülmeyen bir zincirin, ta uzaklardan atılacak gülle ile koparılmasına imkan yoktur. Zincir koparılmayanca Fatih de sözünde duracak, ordusu ile geri dönecektir.
Derken top atışları başladı. Bir, iki, üç! Fatih, top başında bekliyor, her atılan gülle, boşlukta kayboldukça, üzülüyordu. 39'uncu gülle de atılmış, en nişancı topçular denendiği halde, zincir koparılamamıştı. Fatih son emrini verdi:
- Kendine güvenen varsa gelsin top başına!
Güvenmek mesele değildi. Bu sonuncu gülle de boşa giderse, kelleyi vermek de vardı. Derin bir sükut oldu. Kimse top başına gelemiyordu. Tam bu sırada birden topun ateşlendiği görüldü. Bir gülle boşluğa uçtu. Kimdi topu ateşleyen?
Herkes şaşakalmıştı. Sonunda, çelimsiz bir yeniçerinin bu topu ateşleyiverdiği anlaşılmıştı. Yaka paça Fatih'in huzuruna getirdiler. Fatih, hiddetle sordu:
- Sen topçu musun?
- Değilim!...
- O halde topu neden ateşledin?
- Zinciri koparmak için devletlim...
Fatih, hiddetinden köpürüyordu. Son fırsatı da kaçırmıştı. Haykırdı:
- Tez başını vurun!
Bir anda bir baş yuvarlandı. Az sonra da karşı tepelerden bir çığlık yükseldi.
- Zincir koptu!... Şehir teslim oluyor!...
Ortalık birbirine karışmıştı. Ordu çığ gibi şehre akıyor, en önde, koltuğunun altında kesik başı bulunan bir yenicerinin koştuğu görülüyordu! Bu, biraz önce topu ateşleyen Hoşoğlandı... Hoşoğlan, görüldüğünü anlayınca olduğu yere yığılmış kalmıştı.
Trabzon kalesinde Fatih'in bayrağı dalgalanırken, Hoşoğlan'ın mezarı üzerinde de bir türbe yükseliyordu. Destanlarla süslü bir türbe!...





Trabzon’un anlamı


Karadeniz'in doğu kıyılarını bir taç gibi süsleyen Trabzon için bizim tatlı sözlü seyyahımız Evliya Çelebi şöyle der:
- Bu şehre küçük İstanbul denilse yeridir. İrem bağları gibi süslü bir şehirdir burası. Hamsi balığı pek meşhurdur. Onun için şu beyitleri söylerler:
Trabzondur yerümüz
Ahça tutmaz elümüz
Hamsi paluk olmasa
Nic'olurdu halumuz
Evliya Çelebi, Trabzon'u bütün özellikleriyle anlata dursun biz, adı üzerindeki söylentilere geçelim:
Bir zamanlar Trabzon'un bulunduğu yerde küçük, şirin bir kasaba varmış. Bir gün, kasabaya, tozu dumana katarak dört nala, bir atlı girmiş. Doğruca nalbant dükkanına giderek haykırmış:
- Atım terini soğutmadan tiz nallayın! Yoksa hepinizi kılıçtan geçirim.
Herkes, süvarinin heybetinden titremeye başlamış. Nalbant hemen dört nal hazırlayıp süvariye uzatmış:
- Yiğidim, gör nalları! Beğenirsen çivileyelim, demiş.
Süvari nalları şöyle bir yoklamış, avucunda sıkarak iki büklüm edivermiş:
- Ben teneke değil, nal isterim! diye gürlemiş.
Nalbant bu defa, halis çelikten dört nal hazırlamış, atını nallamış. Atlı yabancı memnun. Cebinden bir altın çıkararak nalbanta uzatmış. Nalbant, altını parmakları arasında şöyle bir sürtüştürmüş. Paranın bütün yazıları silinmiş. Kendine dikkatle bakan atlıya:
- Al bu bozuk altını! Baksana tuğrası bozulmuş, diye uzatmış.
Yiğit adam şaşırmış, bir altın daha çıkarmış. Nalbant bir sürtüşle, onun da tuğrasını bozmuş. O zaman atlı, karşısındakinin hiç de yabana atılır birisi olmadığını anlamış:
- Hey, demiş. Atla atına, düş peşime. Sen bir nalbant dükkanına değil, er meydanına layıksın.
O günden sonra bu kasabanın adı "Tuğra bozan" olmuş. Ve bu isim, zamanla "Trabzon" biçiminde söylenmiş.
Bir başka söylentiye göre de, Trabzon kalesi, sofraya benzer, yuvarlak, kesme taşlardan yapılmış. Bugün bile Trabzon'un Harmankaya'sında bu taşlardan varmış. Sofraya benzetilen taşlardan... Rumlar, sofraya "trabeze" dediklerinden, şehrin adı da Trabzon
olmuş.
Evliya Çelebi'miz, Trabzon'un ilk kurucusunun, zevk ehli, şen şatır bir kadın olduğunu, bundan dolayı bu şehre, neşeli kadın anlamına gelen "Tarb-zen" denildiğini, ya da suyu ve havasının hoşluğundan dolayı "tarb-ı efzun" adının verildiğini kaybeder. Bazı kitaplarda da, Trabzon adının "Tuğra basan" dan geldiği, bu şehirde de, sultanların kendi adlarına tuğralı sikke, yani madeni para bastırdıkları kayıtlıdır.
 

Benzer konular

shedesign

👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
19 Mar 2008
Mesajlar
2,233
Tepkime puanı
104
Web sitesi
www.asigazetesi.com
Mehmetçiğin hakkı

Sakarya Meydan Savaşı zaferle sona ermiş, Gazi Ankara’ya dönüyormuş. Karşılama törenine katılan halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyor ve arkasından büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.
Meclis binasının önüne gelinmiş, Gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: “Cemaat” halinde Hacı Bayram Veli’nin türbesine gidilecek, onun “yüksek maneviyatının yardımıyla” kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra meclise dönülerek nutuklar okunacak.
Gazi:
-Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! Deyip doğruca meclis binasına sapmış.
Atatürk böyle bir davranışta bulunmasının gerekçesini ise şöyle açıkladı:
-Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların “maneviyatı” olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.

Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.123-124


Türkiye’ye kin yakışmaz

İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız generallerinden M.Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. Generalin bunu almak arzusu göstermesi üzerine, öğretmen elişinin sahibine yaptığını armağan etmesi teklifinde bulunmuş, fakat öğrenci buna son derece sinirlenerek:
-Hayır, bir çöp bile vermem, diyerek bu teklifi şiddetle reddetmişti.
Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez, düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:
-Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında, Fransız Generali Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Halbuki ben, bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.
Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:
-Kızım, Türkiye’ye kin yakışmaz!.. Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalıların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.342-343


Bu millete uşaklığı öğretemedim

İngiliz Kralı Viyi. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.
Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:
- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim, dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.



Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s186-189


Çanakkale’nin ruhu

Mustafa Kemal ATATÜRK, Çanakkale Savaşlarında Türk askerinin manevi gücünü ve kahramanlığını şöyle dile getirmiştir:
-Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kuran-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebeleri'ni kazandıran bu yüksek ruhtur


Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonraki tek arzusu

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra tek arzusu vardır: Mihmandar-ı Resulullah Hz. Eyüb’ün mezarını bulmak. (Halid bin Zeyd)

Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle:
-Büyük sahabe bunların arasında yatıyor! der.
Ancak etraftan:
-Ne malum? diyenler olur.
Hatta birileri padişaha akıl öğretirler:
-Bu dalları başka bir yere diktir bakalım, derler,
-İhtiyar molla fark edebilecek mi?
Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür.
Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur:
-Sultanımızın mührü, der,
-Ne arıyor orada?
Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz:
-Kazın! buyururlar.
Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar.
Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescit hazırlıklarına girişirler.


KISSADAN HİSSE...


Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafetle Kuşlar Çarşısı'nı gezer. Burada, avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar.

Bir ara gözü kekliklere ilişir Padişahın. Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.

"Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?"

Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" der. "Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekler.
"Satın alıyorum" der Padişah, "Al sana 500 altın..." Parayı verir ve hemen oracıkta kekliğin kafasını keser.

Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye dövünürken;

Padişah gürler: "Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç ölümdür..."


TOP MERMİSİ

Mart 1921 İnönü Ovası İnsanın İflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.

Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı ****lden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.

Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, ****l üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"

Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi:
Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!". Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi. Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.


Eylül 1922 - Ankara Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;

Bismillahirrahmanirrahim.
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde,Seyfi Çavuş'un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya
14 Muharrem 1341 Salihli"
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.

Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923-Ankara Savaşının bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"
Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.
"Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.

Top mermisi müzede sergilenmektedir.
 

shedesign

👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
19 Mar 2008
Mesajlar
2,233
Tepkime puanı
104
Web sitesi
www.asigazetesi.com
Onurlu Türk Askerinin Harbiye Nazırına cevabı
(İstiklal Savaşı yıllarında yaşanan bir olay)

İstanbul hükümeti Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile, "Beyler..." dedi,"..İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit'i işgal ediverdiler.

Sarı atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu'ya geçmeye çoktan hazır, Ankara'nın İstanbul'da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:

"Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim."
"İçeri al."
Nazır subaylara bilgi verdi:
"Az önce sözünü ettiğim halihsiz olayın faili."

Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:

"Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz."
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki yazıya bakarak, yumuşak sesle;

"Oğlum.." dedi
"dün akşam Beyoğlu'nda İngiliz inzibat subayı Teğmen Miller'i emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu? "
"Evet efendim doğru."

Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:

"Herhalde görmediğin için selamlamadın, değilmi oğlum?"
"Hayır efendim gördüm."
"Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti."
"Rütbesi benden düşük olduğu için selamlamadım paşam. Askerlik töresince önce onun beni selamlaması gerekmezmiydi?"

Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:

"Askerlik töresimi kaldı oğlum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bugün olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bulda özür dile olayı kapatalım."

Nazır başıyla çıkması iin izin verdi. Ama Yüzbaşı yerinden kıpırdamadı.

"Paşam, birde beni dinlemenizi rica ediyorum."
Nazır bıkkınlıkla "Söyle bakalım" dedi

"Balkan savaşında teğmendim, Çanakkale'de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rüybemde binlerce şehit ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin. ÖZÜR DİLEYEMEM"

Harbiye Nazırı bozuldu:

"Anlamadın galiba Harbiye Nazırı olarak emrediyorum."
Yüzbaşı sükunetle "Anladım efendim" dedi,

Apoletlerini bir hamlede çıkarıp Nazırın masasına bıraktı.

" Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!"

Selam vermede dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul hükümetini tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.

Gözleri dolarak yüzbaşıya selam durdular.

Daha sonra karşılaştığı odada bulunan bir binbaşı;
Gözleri dolarak "Nazırın emrine itaat edeceksin diye çok korktuk. Onurumuzu korudun. Allah senden razı olsun dedi"


Millet Malıdır Yazık Nem Kapmasın
FRANSIZ birlikleri ve Ermeni lejyonu Çukurova'ya girmiş, Karadeniz kıyısı boyunca Potnus Devleti'ni hortlatmak isteyen Rum çeteleri ayaklanmış, İngilizlerce silahlandırılmış Ermeni birlikleri Doğu Anadolu'ya yürümeye hazırlanıyor, 13.000 kişilik ilk Yunan tümeni İngiliz donanmasının koruması altında İzmir'e çıkmış yayılıyor, İtalyanlar Güneybatı Anadolu'yu işgal etmekte, İstanbul, Çanakkale ve Trakya İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinin işgali altında, her kritik nokta İngilizlerin elinde ve Anadolu'da yoksul Türkler Batı'nın oburluğuna, bencilliğine ve barbarlığına, yani emperyalizme karşı yer yer direniyor, direnci yaymak ve güçlendirmek için örgütleniyor.

Almanlar, Avusturyalılar, Macarlar, Bulgarlar ve Osmanlı Devleti galiplere boyun eğmişken, yoksul Anadolu'nun bu beklenmedik tepkisi Avrupalıları ve teslimiyetçi İstanbul yönetimini şaşırtır. Bu silahlı tepkiyi ‘çılgınlık' olarak nitelerler. Yakup Kadri diyor ki:

‘Galip devletlere direnmek mi? Direnme kelimesi o devrenin ve o muhitin boşluğu içinde adeta bir çılgının kahkahası gibi tüyler ürpertiyordu.'

Anadolu her olumsuzluğun inadına bu güzel çılgınlığı sürdürecektir.

Türk ve Anadolu tarihinde bu güzel çılgınlıkların örneği az değildir. Ama düz mantığı şaşırtan bu çılgınlığın en yoğunu ve anlamlısı Milli Mücadele'de ve onun ‘önsözü' niteliğindeki Çanakkale'de yaşanmıştır. Bu çılgınlık ‘yurdu çılgınca sevmek' demektir. Böyle dar geçitlerde, yaman günlerde yurt başka nasıl sevilebilir ki? Öyle hesapsız kitapsız, maceracı, hayalci bir sevgi değildir bu. Yaratan, üreten, yayılan, esir ülkeleri etkileyen kutsal bir sevgidir. Mızmızca, pısırıkça, pinti, sahte sevgiyle olunsa olunsa sömürge olunur.

Bu köşede haftada bir, bize güzel bir vatan, bağımsız bir devlet veren bu çılgın Türklerden gerçek örnekler vereceğim. Kimini öyküleştirerek ya da özetleyerek anlatacağım.

Bu örneklerin bir bölümünü ben derledim, bir bölümü ise çeşitli güvenilir kaynaklarda yer alıyor.

Millet Malı

İLERDE Milli Eğitim Bakanı olan M. Necati Bey anlatıyor:‘Uzun yollarda kesintisiz süren bir akışla savaş alanlarına inen mübarek kağnı kafilelerine her zaman rast gelirdim. Görüntü hiç değişmezdi: Zayıf öküzlerin çektikleri cephane yüklü arabalar ve bunların başlarında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar hatta çocuklar. Çok defa yolun kenarına çekilir, onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilahi bir musiki gibi dinlerdim.

Karlı bir gün Çerkeş önlerinde kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine rast gelmiştik. Kafileye yaklaştık ve selamlaştık. Biz soğuktan yamçılar altında bile titrerken, tek yorganını arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce içimde bir merhamet sızladı. Yorganını, arkasına sardığı peştamalın içinde ara sıra hıçkıran bir çocuğun üzerine değil de, niçin arabanın üzerine serdiğini sormak gereğini duydum.

KARDA ÇIPLAK AYAK
Sorumu garip bir tarzda karşıladı. Anlaşılan bu durumu konuşmaya değer bulmuyordu. Cevap beklediğimi anlayınca, kutsal bir şeye yaklaşır gibi kağnıya yaklaştı, yorganı aralayarak altındaki mermileri gösterdi:

‘Kar serpeliyor oğlum, millet malıdır, yazık, nem kapmasın.'

Uçlarından çekerek yorganı mermilere sıkı sıkıya sardı.

Az önceki merhametimden utandım.'

Turgut Özakman: Bu nineyi her düşündüğümde aklıma gazete sayfalarından taşan hortum haberleri, vergi yüzsüzleri, millet malı yağmacıları geliyor. M. Necati Bey'le birlikte ben de bu mübarek ninenin tavrı karşısında utanıyorum.

Atatürk Diyorki:

Bu milletin evlatlarının fedakarlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. (1921)

Anıtlaştılar

Kahraman Türk kadınının Kurtuluş Savaşı'ndaki inanılmaz fedekarlıkları heykellerle anıtlaştı. Ressamlar bu ‘Ya İstiklal, ya ölüm' mücadelesini tuvallerine yansıttı. Yazarlar romanlarına, öykülerine, şairler şiirlerine...

MANDALAR ÖLMÜŞTÜ

Yamaç dik. Güçlükle aşağı indik. Mandaların yarısı ezilip ölmüş. Sağlar da yaralı. Bunları çözüp toptan ayırdık. Topu buradan kurtarıp yola çıkarmak ve bataryayı yeni mevziye yetiştirmek gerek. Düşmana top bırakılmaz. O da sancak gibi birliğin namusuna emanettir.

Ama elde ne vinç var, ne çelik halat, ne topu yukarı çekecek düzenek. Topa ve ta tepede kalmış olan yola bakakaldım. Ne yapacaktık? Aczimiz gözlerimi yaşarttı.

ÜZÜLME KOMUTANIM

Batarya Çavuşum Nuh Çavuş, ‘Üzülme komutanım' dedi. ‘Biz evvel Allah ne yapar eder, bu topu yukarı çıkarırız.'

Nuh Çavuş'a güvenirdim ama topu yukarı çıkarmak imkansızdı. Ümitsizce kenara çekildim.

Çavuş gerektiği kadar asker topladı. Yamacı tonlarca ağırlığındaki topla birlikte tırmanacaklar. Yarısı, topun tutulabilecek yerlerinden tutup çekecek; yarısı elleriyle, omuzuyla, sırtıyla, göğsüyle koca topu yukarı doğru itecek.

ELLERİ PARÇALANDI

Nuh Çavuş'un komutuyla birlikte askerler ile top, yerçekimi ve dik yamaç arasında, tarifsiz bir boğuşma başladı. Askerlerin kasları kopacak gibi gerildi. Gözlerine kan oturdu. Bütün damarları kabardı. Yüzlerinden ter fışkırıyor, kemikleri çatırdıyor, elleri soyulup parçalanıyor, etleri ezilip çürüyor, bazılarının burnundan kan geliyordu. Güç toplamak için haykırıyor, tekbir getiriyor, ileniyor, uluyor, çırpınıyorlardı.

DÜŞMANA BIRAKMAYIZ

Topu ancak beş adım ilerletebilmişlerdi. Çavuş acıyla bağırdı:

‘Topu düşmana mı bırakacağız?'

Hep birden feryadı bastılar:

‘Hayır!..'

‘Haydi öyleyse!'

Bütün canıyla çabalayan askerlerden biri ağlamaya başladı. Bu ruh taşkanlığı birçoğuna yayıldı. Topa çılgın gibi sarıldılar, çığlıklar atarak, hırs, isyan ve öfkeyle ağlaya ağlaya o kocaman topu yamaç yukarı taşıyıp yola çıkardılar.

YÜZLERİ PARLIYORDU

Hepsinin avuçlarının derisi soyulmuş, ellerinin içi kan içindeydi, dizleri parçalanmıştı.

Ama topu kurtardıkları için yüzleri bir çocuk gülüşüyle parlıyordu. Biri topun üzerine çıkıp sala verdi. Cephane arabalarının yedek mandalarını alıp topa koştuk. Yeni görev yerimize yolladık.'


Turgut Özakman
 
Son düzenleme:

irm.art

Kreatif Stratejist
👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
11 Eyl 2008
Mesajlar
5,655
Tepkime puanı
111
Tüylerimi ürperttiniz...
 

özzlemm

♾️Grafik Gurusu♾️
Katılım
8 Eki 2008
Mesajlar
1,033
Tepkime puanı
30
gerçekten tüyleri diken diken olyor insanın.. her bir hikaye ayrı bir tarih.. çok tşkler paylaşım için
 

blueden

Kreatif Stratejist
👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
26 Şub 2008
Mesajlar
7,264
Tepkime puanı
176
Her hikayenin güzel ve anlamlı bir konusu var.
Kıssadan Hisse çıkarıyor insan...

Teşekkürler shedesign.
 

efoja

👑Efsanevi Grafiker👑
Katılım
2 Nis 2008
Mesajlar
4,184
Tepkime puanı
132
Web sitesi
birderindeniz.blogcu.com
Her savaşın acısı, yarası var da... Çanakkale Savaşı dünyada tek, her konuda. İyi ki bizim milletimiz yaşamış zamanında. Teşekkürler Shedesign.
 
Üst