Kadın Fotoğrafçı Olmak
Dünyaya kadınlar ve erkekler olarak doğar, öyle büyü(tülü)r ve yaşarken, böyle bir ayrım, böyle bir durum hayatın kendisinde ve ilk baştan beri zaten varken, bunun yaptığımız işlere (fotoğraflarımıza, yazılarımıza, şarkılarımıza, sözlerimize, duygularımıza) yansımaması mümkün müdür? Hiç sanmıyorum ama hep bu farklılığı tanımlama, açıklama, ifade etme noktasında gelip tıkandığımızı düşünüyorum. Cevapsız sorular ve eksik düşünceler etrafında dolanıp, bir karşılık bulamayınca ve sanki hayatta her sorunun net, tam bir cevabı varmış gibi, bakışımızda, gözümüzde gözardı edilemeyecek kadınlık pay(dası)ını, bize fotoğraf çektiren, şeyleri başka türlü değil de öyle algılatan, duygularımızı, korkularımızı öyle harekete geçiren ayırdedici bir faktör, bir durum olduğunu görmüyor, yadsıyor ve fotoğrafın cinsiyetsiz (ya da cinsiyetlerüstü) olduğunu ve öyle üretildiğini söyleyebiliyoruz. Oysa bir fotoğrafı yapan fotoğrafçıdır ve yaparken de cinsiyetsiz değil; kadındır, erkektir ya da kendini hissettiğidir. Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman, fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey olması zordur. (ki katılırım, fotoğraflar kendi başlarına da dururlar, sözlerini söylerler ve izleyene fotoğrafçısı olmadan da dokunurlar.) Bu düşünceden hareketle, kadın olmamızın (ben’lerimizi yapan diğer pekçok şeyle birlikte) çektiğimiz fotoğraflara, yazdıklarımıza olan etkisini sorgulamamanın ya da üzerine düşünmeyi reddetmenin bizleri geç kalmışlığımızın gerçek nedenlerini görmekten uzaklaştıracağını düşündürtüyor.
Kendine Ait Bir Oda’da Virginia Woolf kadınların yüzyıllardır “görünmezliklerine” edebiyat ve kadın bağlamından bakarak (bunu fotoğraf ve kadın olarak değiştirdiğimizdeyse durum daha da vahimleşiyor, kadınlar daha da silikleşiyorlar!!!) oldukça temel bir soruyu, “kadınların neden yoksul oldukları” sorusunu soruyor. Kadınların yüzyıllarca ev içlerinde, sadece ev işleri yaparak ve çocuk yetiştirerek (önemsiz değil ama sürekli ve bir tek o yapıldığında besleyici olmadığı gibi geri de bırakıcı) hayattan, dünyada olan bitenden soyutlanarak – sadece izleyerek ama katılmadan -yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları bir dünya düzeni içinde doğal olarak sanat alanında da görünür olmaları oldukça yavaş ve sonradan olmuştur. Illuminations- Women Writing on Photography from the 1850’s to the Present kitabının giriş bölümünde, kadınların 70’lere kadar fotoğraf yazınında azınlıkta olduklarını okuyorum. Bu beni şaşırtmıyor ve Türkiye’ye dönerek; bugün, Türkiye’de fotoğraf çeken ve fotoğraf üzerine yazan kaç kadın fotoğrafçı olduğunu soruyorum. Bu soruların hiçbirinin cevabının birbirinden farklı olmadığının da farkındayım. Kadınların sanatta ve (nedense sanat olup olmadığı hâlâ tartışılabilen) fotoğrafta da bu kadar “eksik temsillerinde”, bu kadar “görünmez”, bu kadar “isimsiz”, bu kadar “yoksul” ya da bu kadar “geç kalmış” olmalarında; tarihsel süreçte, bu kadar “içerde bırakılmış”, bu kadar sanatla yanyana görülmemiş ve “bağdaştırılmamış”, bu kadar “herşeyden uzak tutulmuş”, bu kadar ve bir tek “çocuklarının annesi, evin düzenleyicisi, temizleyicisi, yemek pişiricisi, bulaşık ve çamaşır yıkayıcısı” olarak görülmüş olmasının büyük rolü olmuştur ve hâlâ da olmaktadır.
Kadının yeri yüzyıllardır hep özel alan yani ev içleri oldu ve ondan beklenen, istenen sadece bu küçük, dar(altıcı) dünyanın rutin işlerini eksiksiz yapmasıydı. Bu süreç kadını giderek silikleştirdi, görünmez kıldı ve kimliksizleştirdi. Kadınların ev içlerinde biriktirdikleri şeyler hayatı, sanatı, dış dünyayı karşılamıyor, kucaklamıyordu. Kısaca, kadınlar hayata ve hayatta olan bitene maruz kal(a)mıyorlardı. Hayatın ancak dışarıdaki dünyaya kapalı olan bölümünde ve daha çok yalnızdılar. Akılları, duyguları ve ruhları adeta kapatılmış, dört duvar arasına hapsedilmiş, hayattan uzaklaştırılmışlardı. Dışarıda olan, aktif olan erkekti, yaratıcı olan!!! ve yapan!!! oydu. Ve galiba daha çok dışarıda oldukları için bir iç(e) bakış, bir iç-seyri daha zor yaşıyor ve kendiyle karşılaşmayı belki o kadar da fazla önemsemiyordu. Genele bakmaktan, özel olanı, içerde olanı ve ayrıntıları daha az görüyor olabilirlerdi. Dünyayı önce ve sadece evinde kurarak yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan kadınların bazılarınınsa, böylesi bir dezavantajı, kendiyle karşılaşabilmek, bir iç seyire dönüştürebilmek ve onları daha sonra kendini çoğaltarak ortaya dökmek anlamında, bir avantaja dönüştürebileceklerini, farkında bile olmadan kendine ait birçok şey biriktirmiş olabileceklerini düşünebiliriz. Tüm bu iç birikim ve iç seyrin 18.yüzyıldan sonra öncelikle çeviri, şiir ya da yazın alanında ortaya çıkması normaldi çünkü bu alanlarda kadınlar tek başlarına ve evlerinde çalışabiliyorlardı.
Ama fotoğraf öyle değil; fotoğraf, mutlaka ya da daha çok evin dışında olmayı, dışarda çalışmayı, insanlarla, hayatla, tüm olan bitenle karşılaşmayı ve hayata bire bir maruz kalmayı gerektiren, zorlayan bir alan ve bir araç. Ve fotoğraf bence kadını yüzyıllardır seyredilen olandan, seyreden olana, içerden dışarıya taşıyacak güçlü bir araç. Kadınların hemen her alanda olduğu gibi fotoğrafta bu kadar sonradan var ve görünür olmaya başlamalarının, sayılarının azlığının doğru anlaşılabilmesi ve yorumlanabilmesi için bence önce böylesi bir tarihsel sürecin ve fiziki koşulların gözden geçirilmesi, derinlemesine incelenmesi gerekir, diye düşünüyorum.
İlk kadın fotoğrafçılardan biri kabul edilen Juliet Margaret Cameron’un ilk fotoğrafını 1864’de (küçük kızının annesinin canı sıkılmasın diye aldığı bir fotoğraf makinasıyla), fotoğrafın bulunuşundan 25 yıl gibi kısa sayılacak bir süre sonra çektiğini biliyoruz. Bu cesaretli girişimde Cameron’un eşinin engel olmaması kadar, ailesinin ekonomik bakımdan oldukça rahat ve güçlü olması da bence önemli bir rol oynamıştır. Çekimlerini dışarda değil ama evinin içinde, önceden tavuk kümesi olarak kullanılan ve sonradan stüdyoya dönüştürülen “camdan oda”da gerçekleştiren Cameron, gözüne güzel görünen bir anı, doğru netlik yapmaya ve objektifi yeterince sıkıştırmaya gerek duymadan cesaretle tespit etmiş ve bu yüzden (ve bence bir de kadın olduğu için) tekniği bilmemekle suçlanarak fazla ciddiye alınmamış. Özellikle o yıllarda elinde fotoğraf makinesiyle bir kadının dışarlarda dolaşması, izlemesi, bakması, seyretmesi ve fotoğraf çekmesi herhalde hiç de kolay değildi (bugün bile çekimler sırasında yaşadıklarımız ortadayken!!!). Sanıyorum tek başına bu bile gecikmenin, bu görünmezliğin haklı açıklamalarından biri olarak kabul edilebilir.
Kısa süren yaşamı boyunca toplam 400 fotoğraf çeken, 1920’li yılların önemli kadın fotoğrafçılarından Tina Modotti, fotoğrafa Edward Weston’un modeli olarak başlamış, fotoğrafı ondan öğrenmiş olsa da, sonradan gerçekleştirdiği çalışmalarıyla Meksikalı fotoğrafçıları ve dünya fotoğrafını etkileyen bir fotoğrafçı olmuştur. Örnekler belki çok değil ama var olan kadın fotoğrafçıların (Lisette Model, Diane Arbus, Nan Goldin, Sally Mann vd.) fotoğrafa katkıları ve fotoğrafları bence çok önemli. Bu sayının giderek arttığını, kadınların artık daha dışarda, daha cesaretli olduklarını ve fotoğrafçı olmak gibi özünde izlemeyi gerektiren (Laura Mulvey’in ünlü makalesinde söylediği gibi; “izlemek özünde erkek” olsa da!) bir işi yapmaktan geri durmadıklarını düşünüyorum.
Türkiye’ye bakacak olursak: Geniş Açı’nın 2004 ve 2005’teki sırasıyla, “Genç Soluklar II”, ve “Genç Soluklar III” projelerinde yer alan fotoğrafçıların neredeyse yarısının kadın olması ve işlerin tümünün oldukça farklı, yeni bakışları (akıl karışıklıkları ve soruları ile birlikte) taşıyor olması beni çok heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Bu bence artık süreceğine çok inandığım bir gelişme.
Kadınlar bence hayata erkeklerden daha örtünmesiz, daha çıplak bir ifadeyle bakabiliyorlar (bu düşüncemi hiçbir zaman kadınların erkeklere bir üstünlüğü şeklinde bir karşılaştırmayla değil fakat bir ayrı’lık, bir başka’lık noktasından ele alıyorum). Kadınlar için mesele, “ ben diyebilmek, ve kendini dile getirmek. Bu başlı başına zor bir şey. Egemen kültür kadına etkin ve özerk bir özne olma hakkını pek az tanıyor. Bu kültürde kadının simgeleyen, temsil eden olması çok zor. Çünkü kendisi bir simge”.
Kendi olma yolculuğunda kadın olmanın payını farkettikten sonra, kadınlığı fotoğrafçılığımızı ya da yazarlığımızı gölgeleyen, ikincilleştiren bir durum olarak değil, tam tersine onu çoğaltan, zenginleştiren bir durum olarak görebiliyor ve görebildikçe de bizi kendi’lerimizden uzaklaştıran bu dünya sistemine karşı çıkıyoruz. İşte tam da bu noktada kadınlara en çok kadınların karşı çıktıklarını düşünüyorum. Tartışmaların bir yerinde “hepimiz insanız, niye bir de bu açıdan bakmıyorsunuz” diye sorulur sık sık. Oysa “biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen kadınlık ya da erkeklik kimliği, kişinin varoluşunu ve bu arada yaratım sürecini tıpkı şu ya da bu sınıftan olması gibi etkiliyor. Cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı deneyimler ve farklılık – biz istesek de istemesek de - fark yaratıyor”. Yaratmıyor mu?
Laleper Aytek
Dünyaya kadınlar ve erkekler olarak doğar, öyle büyü(tülü)r ve yaşarken, böyle bir ayrım, böyle bir durum hayatın kendisinde ve ilk baştan beri zaten varken, bunun yaptığımız işlere (fotoğraflarımıza, yazılarımıza, şarkılarımıza, sözlerimize, duygularımıza) yansımaması mümkün müdür? Hiç sanmıyorum ama hep bu farklılığı tanımlama, açıklama, ifade etme noktasında gelip tıkandığımızı düşünüyorum. Cevapsız sorular ve eksik düşünceler etrafında dolanıp, bir karşılık bulamayınca ve sanki hayatta her sorunun net, tam bir cevabı varmış gibi, bakışımızda, gözümüzde gözardı edilemeyecek kadınlık pay(dası)ını, bize fotoğraf çektiren, şeyleri başka türlü değil de öyle algılatan, duygularımızı, korkularımızı öyle harekete geçiren ayırdedici bir faktör, bir durum olduğunu görmüyor, yadsıyor ve fotoğrafın cinsiyetsiz (ya da cinsiyetlerüstü) olduğunu ve öyle üretildiğini söyleyebiliyoruz. Oysa bir fotoğrafı yapan fotoğrafçıdır ve yaparken de cinsiyetsiz değil; kadındır, erkektir ya da kendini hissettiğidir. Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman, fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey olması zordur. (ki katılırım, fotoğraflar kendi başlarına da dururlar, sözlerini söylerler ve izleyene fotoğrafçısı olmadan da dokunurlar.) Bu düşünceden hareketle, kadın olmamızın (ben’lerimizi yapan diğer pekçok şeyle birlikte) çektiğimiz fotoğraflara, yazdıklarımıza olan etkisini sorgulamamanın ya da üzerine düşünmeyi reddetmenin bizleri geç kalmışlığımızın gerçek nedenlerini görmekten uzaklaştıracağını düşündürtüyor.
Kendine Ait Bir Oda’da Virginia Woolf kadınların yüzyıllardır “görünmezliklerine” edebiyat ve kadın bağlamından bakarak (bunu fotoğraf ve kadın olarak değiştirdiğimizdeyse durum daha da vahimleşiyor, kadınlar daha da silikleşiyorlar!!!) oldukça temel bir soruyu, “kadınların neden yoksul oldukları” sorusunu soruyor. Kadınların yüzyıllarca ev içlerinde, sadece ev işleri yaparak ve çocuk yetiştirerek (önemsiz değil ama sürekli ve bir tek o yapıldığında besleyici olmadığı gibi geri de bırakıcı) hayattan, dünyada olan bitenden soyutlanarak – sadece izleyerek ama katılmadan -yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları bir dünya düzeni içinde doğal olarak sanat alanında da görünür olmaları oldukça yavaş ve sonradan olmuştur. Illuminations- Women Writing on Photography from the 1850’s to the Present kitabının giriş bölümünde, kadınların 70’lere kadar fotoğraf yazınında azınlıkta olduklarını okuyorum. Bu beni şaşırtmıyor ve Türkiye’ye dönerek; bugün, Türkiye’de fotoğraf çeken ve fotoğraf üzerine yazan kaç kadın fotoğrafçı olduğunu soruyorum. Bu soruların hiçbirinin cevabının birbirinden farklı olmadığının da farkındayım. Kadınların sanatta ve (nedense sanat olup olmadığı hâlâ tartışılabilen) fotoğrafta da bu kadar “eksik temsillerinde”, bu kadar “görünmez”, bu kadar “isimsiz”, bu kadar “yoksul” ya da bu kadar “geç kalmış” olmalarında; tarihsel süreçte, bu kadar “içerde bırakılmış”, bu kadar sanatla yanyana görülmemiş ve “bağdaştırılmamış”, bu kadar “herşeyden uzak tutulmuş”, bu kadar ve bir tek “çocuklarının annesi, evin düzenleyicisi, temizleyicisi, yemek pişiricisi, bulaşık ve çamaşır yıkayıcısı” olarak görülmüş olmasının büyük rolü olmuştur ve hâlâ da olmaktadır.
Kadının yeri yüzyıllardır hep özel alan yani ev içleri oldu ve ondan beklenen, istenen sadece bu küçük, dar(altıcı) dünyanın rutin işlerini eksiksiz yapmasıydı. Bu süreç kadını giderek silikleştirdi, görünmez kıldı ve kimliksizleştirdi. Kadınların ev içlerinde biriktirdikleri şeyler hayatı, sanatı, dış dünyayı karşılamıyor, kucaklamıyordu. Kısaca, kadınlar hayata ve hayatta olan bitene maruz kal(a)mıyorlardı. Hayatın ancak dışarıdaki dünyaya kapalı olan bölümünde ve daha çok yalnızdılar. Akılları, duyguları ve ruhları adeta kapatılmış, dört duvar arasına hapsedilmiş, hayattan uzaklaştırılmışlardı. Dışarıda olan, aktif olan erkekti, yaratıcı olan!!! ve yapan!!! oydu. Ve galiba daha çok dışarıda oldukları için bir iç(e) bakış, bir iç-seyri daha zor yaşıyor ve kendiyle karşılaşmayı belki o kadar da fazla önemsemiyordu. Genele bakmaktan, özel olanı, içerde olanı ve ayrıntıları daha az görüyor olabilirlerdi. Dünyayı önce ve sadece evinde kurarak yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan kadınların bazılarınınsa, böylesi bir dezavantajı, kendiyle karşılaşabilmek, bir iç seyire dönüştürebilmek ve onları daha sonra kendini çoğaltarak ortaya dökmek anlamında, bir avantaja dönüştürebileceklerini, farkında bile olmadan kendine ait birçok şey biriktirmiş olabileceklerini düşünebiliriz. Tüm bu iç birikim ve iç seyrin 18.yüzyıldan sonra öncelikle çeviri, şiir ya da yazın alanında ortaya çıkması normaldi çünkü bu alanlarda kadınlar tek başlarına ve evlerinde çalışabiliyorlardı.
Ama fotoğraf öyle değil; fotoğraf, mutlaka ya da daha çok evin dışında olmayı, dışarda çalışmayı, insanlarla, hayatla, tüm olan bitenle karşılaşmayı ve hayata bire bir maruz kalmayı gerektiren, zorlayan bir alan ve bir araç. Ve fotoğraf bence kadını yüzyıllardır seyredilen olandan, seyreden olana, içerden dışarıya taşıyacak güçlü bir araç. Kadınların hemen her alanda olduğu gibi fotoğrafta bu kadar sonradan var ve görünür olmaya başlamalarının, sayılarının azlığının doğru anlaşılabilmesi ve yorumlanabilmesi için bence önce böylesi bir tarihsel sürecin ve fiziki koşulların gözden geçirilmesi, derinlemesine incelenmesi gerekir, diye düşünüyorum.
İlk kadın fotoğrafçılardan biri kabul edilen Juliet Margaret Cameron’un ilk fotoğrafını 1864’de (küçük kızının annesinin canı sıkılmasın diye aldığı bir fotoğraf makinasıyla), fotoğrafın bulunuşundan 25 yıl gibi kısa sayılacak bir süre sonra çektiğini biliyoruz. Bu cesaretli girişimde Cameron’un eşinin engel olmaması kadar, ailesinin ekonomik bakımdan oldukça rahat ve güçlü olması da bence önemli bir rol oynamıştır. Çekimlerini dışarda değil ama evinin içinde, önceden tavuk kümesi olarak kullanılan ve sonradan stüdyoya dönüştürülen “camdan oda”da gerçekleştiren Cameron, gözüne güzel görünen bir anı, doğru netlik yapmaya ve objektifi yeterince sıkıştırmaya gerek duymadan cesaretle tespit etmiş ve bu yüzden (ve bence bir de kadın olduğu için) tekniği bilmemekle suçlanarak fazla ciddiye alınmamış. Özellikle o yıllarda elinde fotoğraf makinesiyle bir kadının dışarlarda dolaşması, izlemesi, bakması, seyretmesi ve fotoğraf çekmesi herhalde hiç de kolay değildi (bugün bile çekimler sırasında yaşadıklarımız ortadayken!!!). Sanıyorum tek başına bu bile gecikmenin, bu görünmezliğin haklı açıklamalarından biri olarak kabul edilebilir.
Kısa süren yaşamı boyunca toplam 400 fotoğraf çeken, 1920’li yılların önemli kadın fotoğrafçılarından Tina Modotti, fotoğrafa Edward Weston’un modeli olarak başlamış, fotoğrafı ondan öğrenmiş olsa da, sonradan gerçekleştirdiği çalışmalarıyla Meksikalı fotoğrafçıları ve dünya fotoğrafını etkileyen bir fotoğrafçı olmuştur. Örnekler belki çok değil ama var olan kadın fotoğrafçıların (Lisette Model, Diane Arbus, Nan Goldin, Sally Mann vd.) fotoğrafa katkıları ve fotoğrafları bence çok önemli. Bu sayının giderek arttığını, kadınların artık daha dışarda, daha cesaretli olduklarını ve fotoğrafçı olmak gibi özünde izlemeyi gerektiren (Laura Mulvey’in ünlü makalesinde söylediği gibi; “izlemek özünde erkek” olsa da!) bir işi yapmaktan geri durmadıklarını düşünüyorum.
Türkiye’ye bakacak olursak: Geniş Açı’nın 2004 ve 2005’teki sırasıyla, “Genç Soluklar II”, ve “Genç Soluklar III” projelerinde yer alan fotoğrafçıların neredeyse yarısının kadın olması ve işlerin tümünün oldukça farklı, yeni bakışları (akıl karışıklıkları ve soruları ile birlikte) taşıyor olması beni çok heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Bu bence artık süreceğine çok inandığım bir gelişme.
Kadınlar bence hayata erkeklerden daha örtünmesiz, daha çıplak bir ifadeyle bakabiliyorlar (bu düşüncemi hiçbir zaman kadınların erkeklere bir üstünlüğü şeklinde bir karşılaştırmayla değil fakat bir ayrı’lık, bir başka’lık noktasından ele alıyorum). Kadınlar için mesele, “ ben diyebilmek, ve kendini dile getirmek. Bu başlı başına zor bir şey. Egemen kültür kadına etkin ve özerk bir özne olma hakkını pek az tanıyor. Bu kültürde kadının simgeleyen, temsil eden olması çok zor. Çünkü kendisi bir simge”.
Kendi olma yolculuğunda kadın olmanın payını farkettikten sonra, kadınlığı fotoğrafçılığımızı ya da yazarlığımızı gölgeleyen, ikincilleştiren bir durum olarak değil, tam tersine onu çoğaltan, zenginleştiren bir durum olarak görebiliyor ve görebildikçe de bizi kendi’lerimizden uzaklaştıran bu dünya sistemine karşı çıkıyoruz. İşte tam da bu noktada kadınlara en çok kadınların karşı çıktıklarını düşünüyorum. Tartışmaların bir yerinde “hepimiz insanız, niye bir de bu açıdan bakmıyorsunuz” diye sorulur sık sık. Oysa “biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen kadınlık ya da erkeklik kimliği, kişinin varoluşunu ve bu arada yaratım sürecini tıpkı şu ya da bu sınıftan olması gibi etkiliyor. Cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı deneyimler ve farklılık – biz istesek de istemesek de - fark yaratıyor”. Yaratmıyor mu?
Laleper Aytek