Neler yeni

Yeni mesajlar Yeni konular En çok mesaj En çok tepki En çok görüntülenen

Yedinci Sanat

N/A8

♾️Grafik Gurusu♾️
Katılım
31 May 2007
Mesajlar
1,155
Tepkime puanı
73
SİNEMANIN DOĞUŞU

Yedinci Sanat’ın mucidi olarak bilinen Fransız bilim adamı Louis Lumiére, şu sözü tekrar etmeyi seviyordu:

“Sinema fotoğraf sanatının bir dalı değildir”

Lumiére böyle konuşuyordu ama devam eden hareketlerde çekilen fotoğrafların arka arkaya ve hızlı biçimde döndürülmesinin nasıl efekt vereceğini merak ederek sinema sanatının ilk çimentosunu atan çeşitli yaratıcıların varlığından da haberdardı. Bu yüzden 19. yüzyılın sonuna doğru “sinema” ile tanışan seyirciler, daha bu adı kullanmadan izledikleri “şey”i “oynayan fotoğraflar” ya da “hareketli fotoğraflar” olarak tanımlıyordu. Çünkü Lumiére kardeşlerden önce de, 1800’lü yılların başlarından itibaren gerçekleşen hareketli fotoğraflı gösteriler Avrupalıların belleğindeydi. Joseph Plateau, Peter Mark Roget, Emile Reynaud, Etienne Jules Marey (Chronophotographe’ın yaratıcısı), Thomas-Alva Edison (Kinetographe’ın mucidi) gibi onlarca bilim adamı, Lumiére kardeşlere (Louis, Auguste ve Antoine) büyük bir miras bırakmıştı.

Her şey nasıl başladı?

Yirminci yüzyılın başlarında Lumiére kardeşler “sinematograf” denilen aygıtla, hareketli görüntüleri düzenli bir şekilde ilk kez pelikül üzerinden akıtmayı başardıklarında “hareketli illüzyon”a zaten alışık olanlar pek şaşırmadı ama dünya için bir dönemin başlangıcı oldu bu buluş.

İlk filmler açık havada çekildi. Ne senaryoları vardı ne de yöneticileri. Bunlar belgesel türde röportaj filmleri (Trenin Ciotat İstasyonuna Girişi, Bahçesini Sulayan Bahçıvan), belgeseller, günlük hayattan sahneler saptayan filmler (Bebeğin Öğle Yemeği) ve aktüalite filmleriydi (Arabaya Binen İtalya Kralı ve Kraliçesi, Çar II. Nikola’nın Taç Giyme Töreni).

Teknik olarak görüntüleri saatlerce akıtmanın mümkün olduğu ortaya çıkınca, beyaz perdede bu görüntülerle belirli bir öykü de anlatılabileceği anlaşıldı. Fransız yönetmen Georges Méliés, Lumiére kardeşler tarafından “ticari geleceği olmayan ve bilimsel bir merak konusu” olarak görülen bu yeni tekniğin önündeki parlak geleceği farketti. 1914’e kadar 400’den fazla (bazıları 700 metre uzunluğunda) film çekti. Bunlardan 1902’de çekilen “Aya Seyahat”, ticari değer taşıyan ilk gösteri filmi olarak kabul edilebilir. Bugün bile kullanılmakta olan sinema tekniklerinin çoğunu George Méliés’e borçluyuz.

Tiyatro eserleri ve romanlardan uyarlama dönemi

Film pazarı önceleri Fransızların elindeydi. Zanaat aşamasını geçen Charles Pathé, 1900’de Vincennes’de bir film şirketi kurdu. Bu firma yalnız çekim ve gösterim malzemesi üretmekle kalmıyor; ham film üretiyor, filmlerin banyo edilmesi için atölyeler kuruyor, hemen her yanda stüdyolar inşa edip, kendi filmlerinin dağıtımını yapıyordu.

Bu gelişmeler Léon Gaumont’un ve “Eclair” şirketinin, Charles Pathé’yi izleyerek sektöre girmelerine yol açtı. 1908 yılından I. Dünya Savaşı öncesine kadar, filme alınan tiyatro eserleri modası yaşandı. Fransız tiyatrosunun neredeyse tümü filme çekildi.

Fransa’daki gelişmeye paralel olarak İtalya, Rusya ve İsveç’te; hatta Osmanlı İmparatorluğu’nda sinema için ciddi adımlar atıldı. Osmanlılar belki de gölge oyunu Karagöz-Hacivat’a aşina oldukları için bu yeni buluşu çabucak bağrına bastı. Öyle ki Lumiére kardeşlerin 28 Aralık 1895'deki ilk gösteriminden birkaç ay sonra, Yıldız Sarayı'nın hokkabazlarından Bertrand'ın çalışmaları sonucunda 1896‘da ilk sinema gösterimi yapıldı. Bunu diğerleri izledi ama zamanın padişahı II. Abdülhamid‘in kendisine yapılabilecek olası bir suikastı önleyebilmek amacıyla İstanbul‘a elektrik bağlanmasına izin vermemesi, ilk yerleşik sinemanın açılmasını 1908 yılına erteledi.

Tiyatro modasının ardından sine-roman modası başladı. Victorien Jasset “birkaç bölümlü” seri filmleri icat etti ve Eclair firması için 1908’de büyük başarı kazanan ilk “polisiye” serisini; Nick Carter’leri, ardından Zigomar serisini ve 1913’de Protéa’yı çekti. Jasset hemen her yere çıplak kadınlar koyan, akılcı ve nevrozlu bir yönetmendi. O dönemin bir diğer önemli yönetmeni ise (Fantoma serisi: Judex, Vampirler) “seri” ve sine-romanlar çeken Louis Feullade. Yönetmen sonraları İki Küçük Kız ve Yetim Kız olmak üzere iki film daha çekti.

Yine de, üretime sine-romanlardan çok güldürü filmleri egemendi. Fransız Güldürü Okulu bu konudaki üstünlüğünü dünyaya kabul ettirdi. Bu yıllarda sinema hemen her yerde gelişimini sürdürdü. Danimarka, İsveç (Sjöström ve Stiller’in yönetmenlikleri sayesinde) ve özellikle yapımcıların doğal dekor ve sinema yöneticiliğinin tüm olanaklarını sonuna dek kullanabildikleri İtalya bunların başında gelir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Griffith, Ince ve Mack Sennett gibi iyi yönetmenler, etkileyici sahneye koyma denemelerine giriştikleri uzun metrajlı filmler çektiler.

İlk sinema tekeli


Griffith, Ince ve Mack Sennett, o dönem sinemasının üç büyük yapımcısının (Aitken, Adam Kessel ve Charles Bauman) denetimindeki üç ayrı şirket adına tek bir şirket kurdu. Bu yeni şirket, 1915-1917 arasında 400 film çekti ve ABD ile İngiltere’de 4500’den fazla sinema salonunu denetler duruma geldi. Bu hızlı yükselişe rağmen, 1917’te Griffth’in "Hoşgörüsüzlük" adlı filminin uğradığı ticari başarısızlığın ardından dağıldı. Muazzam bir servete malolan bu film, çekildiği dönemde vasat kabul edildi ancak bugün sessiz sinema sanatının en büyük eserlerinden ve sinemanın başyapıtlarından biri sayılıyor. Bu üç şirketin oluşturduğu konsorsiyumun yaşamı kısa sürdü ama, yeni boyutlarla (dramatik etkiler, gerilim, sanatsal araştırma, düşünce) zenginleştirdiği Amerikan sinemasına yaptığı katkı, ona fevkalade saygın bir yer kazandırdı. Mack Sennett, komedinin büyük ustalarını keşfetti: “Şaşı” filmiyle Ben Turpin, “Şişko” filmiyle Fatty, “Hiç Gülmeyen Adam” lakabını kazanan "Denizci", "General" ve özellikle başyapıtı olan "Konukseverliğimiz" filmleriyle bugün hâlâ güldüren Buster Keaton, Harold Lloyd, Harry Langton, herkesin sevgisini kazanan, tüm dünyanın Şarlo diye tanıdığı, yavaş yavaş ünlü Max Linder’in yerini alan büyük komedi ustası Charlie Chaplin. Chaplin, kişiliğini bir dizi önemli ve unutulmaz kısa metrajlı filmle kabul ettirdi: Köpek Hayatı, Şarlo Asker, Kırda Aşk, Şarlo Hacı ve hepsinden önemlisi en eğlenceli, en etkileyici filmlerinden biri olan Yumurcak.

Savaş sırasında Fransız sineması geriledi. Pathe, fabrikasını rakip firma Kodak’a sattı ve üreticilerin çoğu yabancı film ithal etme zorunluluğuna boyun eğdi. Ancak bu yıllarda çekilen bazı filmleri hatırlatmakta yarar var: Germaine Dulac’ın 1917’te Stasya Napierskaya’yla çevirdiği Acımasız Güzel Kadın, Jeanne Marken’le çevirdiği Gerçek Servet (ya da Gizemli Geo) ve 1918’tte Louis Delluc’ün nişanlısı Eve Francis’le çevirdiği Dr. Tube’ün Çılgınlığı, Harabe Çiçekleri, Saat Onun Gizemi, Yamaçtaki Deli.

Amerikan sinemasının izleri


Amerikan sinemasının yayılması karşısında İtalya’nın üretimi yavaş yavaş geriledi ve 1916’da uluslararası ticaretteki durgunluğa paralel olarak durakladı. “Büyük Gösteri” türünde tarihi filmler yapmakta direnen bir-iki yönetmenin dışında kalan Nino Martiglio gibi yönetmenler, günlük yaşamı dekor olarak kullanan küçük bütçeli filmler çevirdiler (Kayıp Karanlık-1914, Terese Raquine-1915). Geriye kalanlar ise seyircinin güçlü duygular peşinde koşma ve rüya alemine dalarak günlük yaşamı unutma arzusunu körükleyen filmler yaptılar. Bunlar vampların hüküm sürdüğü, kadınlara adanmış diva filmleriydi.

İsveç Sineması da, Amerikan sinemasından darbe almadan önce, Yedinci Sanat’ın gelişmesinde bir dönüm noktası oluşturan ve çok önemli izler bırakan birkaç başyapıt yarattı: Sjöström’ün Kanun Kaçağı ve Karısı (1917) ve Hayalet Araba (1920) filmleriyle, Stiller’in Arne’nin Hazinesi (1919), Gösta Berling Efsanesi (1923) filmleri bunlardan bazılarıydı.

Savaşın başlangıcında Rusya’da yurtseverlik temalarını işleyen çok sayıda önemli film yapılmıştı. Ancak askeri gelişmeler hızla bir felakete dönüşünce, sinemacılar farklı türlere yöneldiler. Kimileri polisiye ya da düpedüz pornografi türünde kaçış filmleri çevirdiler. 1916’da çoğu uzun metrajlı 500’den fazla film çekildi. Bu dönemde Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin gibi büyük Rus yazarlarının romanlarından esinlenen filmler de vardı.

1. Dünya Savaşı Fransız sinemasının gerilemesine yol açarken, bu durum yıldızı bir daha hiç sönmeyen Amerikan sinemasına yaradı. Bağımsızlar denilen grup, 1914’ten başlayarak Amerikan film piyasasına hakim oldu ve 200 nüfuslu, küçük bir yerleşim merkezinde; Hollywood’da şirketler kurdu. Öte yandan İsveç, İtalyan ve Ayzenştayn (Eisenstein) ile Rus sineması önemli atılımlar yaptı. Sonraki yıllarda Hollywood’da da film çeken Ayzenştayn, sinema sanatına ilk kez kurguyu getirerek Potemkin Zırhlısı ile neredeyse bir sinema devrimi yaptı. 1905 ihtilalinde bir gemideki ayaklanmayı anlatan ve liman kenti Odessa’da geçen film, uzun süre tüm zamanların en iyi filmi olarak anıldı. Ayzenştayn gibi Yeni Dünya’nın cazibesine kapılıp Amerika’ya, yani Hollywood’a giden sinemacı sayısı hiç de az değildi Avrupa’dan. O gün yerleşenler Hollywood’un bugün dünyanın dev sinema endüstrisinin kalbi olacağını biliyorlar mıydı? Belki. Yedinci Sanat’ın serüveni ilk günkü hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etti ve Hollywood, kurulduğu günden başlayarak giderek güçlendi, dünya sinema endüstrisinin merkezi oldu.

Alıntıdır...
 

Benzer konular

çınar1

🏅Acemi Tasarımcı🏅
Katılım
10 Şub 2008
Mesajlar
59
Tepkime puanı
4
faydalı bilgiler için teşekkür ederim.çoğunu bilmiyordum bu sayede öğrenmiş oldum...
 

N/A7

🏆Pro Tasarımcı🏆
Katılım
11 Kas 2007
Mesajlar
579
Tepkime puanı
12
Yaş
40
evet teşekkürler bilgiler için
 
Üst